27 Eylül 2012 Perşembe

KAVALA'DA AKŞAM

Kalede dolaşmak bizi epey yordu. Şehrin merkezine girdiğimizde şu ara sokaktan geçelim dedim, iyiki de oradan geçmişiz. Zira, küçük bir lokantanın daracık sokağa yayılmış masaları ile karşılaştık.



Hemen oturup küçük bir atıştırma yaptık tabi. Babajim marka ouzoyu denedik. Ardından otele dönüp biraz dinlenme hepimize iyi geldi. Gece mavisi yerini siyaha bırakırken Galaksi Otelin limana bakan balkonundan tam da panorama fotoğrafı çekme zamanı gelmişti.


Akşam yemeği ise sahildeki balık lokantalarından birinde. Siparişi verirken uzak ufuklarda çakan ve ardından sesi bile gelmeyen şimşeklerle gece zaman zaman aydınlanıyordu. Şimşekler yavaş yavaş yaklaştı, ardından sesleri bir bomba gibi ortalığı sarsmaya başladı. Ve sonunda sağnak bir yağmur geçti. Tümünü seyrederken sundurmanın altında yemeklerin dünkü yediklerimizin eline su dökemeyeceğinden hayıflanıyorduk hepimiz.

Motorları kaldırıma çıkartıp otelin terasındaki son kahveden sonra doğru yatağa. Sürekli hava durumunu kontrol ediyoruz ama hep kapalı ve yağışlı gösteriyor. Sabah kalktığımızda ise kahvaltıyı sıkı bir yağmurla birlikte yapıyoruz. Yağmur, kahvaltıyla birlikte bitiyor ve yola çıkıyoruz.

Neyse ki sıkıntı yok ve sınıra kadar rahatça yol alıyoruz. Sınırdan Malkara'daki teyzemi arıyorum. Uğrayıp akrabaların işlettiği Beyaga Köftecisi'nde hem hasret gideriyoruz hem de lezzetli köftenin üzerine çok özel "peynir tatlısını" mideye indiriyoruz. Vakit kaybetmemeiz lazım, yoksa İstanbul'da akşam trafiği başlayacak. Artık iyice yorulduk ama Mahmutbey gişelerinde vedalaşırken bir sonraki gezinin hayalleri aklımızda dolanmaya başlıyor.



26 Eylül 2012 Çarşamba

AGORA MEYHANESİ

Selanik'e girdiğimizde artık iyice yorulmuştuk. Kalacağımız oteli ayarlamadığımız için ilk iş, daha önce kaldığımız Turist Otel'in kapısına dayanmak oldu. Ama yer kalmamıştı. Çevredeki diğer otelleri dolaşmaya başladık ve bize uygun olan bir tane bulduk. Kısa bir kıyafet değişikliğinin ardından, artık çok sevdiğimiz Agora Meyhanesi'ne gidebiliriz. Bizi gören garsonlar hemen tanıyıp buyur ediyorlar ancak en tanıdığımız olan Triandofilos yok ortada. Hep oturduğumuz, kapının dışındaki masaya yerleşiyoruz. 




Triandofilos Tassos'taymış, birazdan haberimizi alıp telefonla arıyor. Hal hatır oluyoruz. Ardından lezzet tabakları ardı ardına geliyor. Buraya gelirken, acaba abartıyor muyuz diye düşünmüştüm ama gerçekten de mükemmel lezzetler.Ama en fazla rağbet gören, ızgarada zeytinyağlı ve limonlu mantar oldu. İkinci tabak bile silip süpürüldü. Böyle sade, böyle basit ama bir o kadar da lezzetli bir şey işte. Çok da uygun bir hesap ödeyip, kordon boyunda kahvemizi de içtikten sonra artık yatma vakti geldi.

Ertesi sabah kahvaltıdan sonra Atatürk'ün doğduğu ev olan ve Türk konsolosluğunun bahçesindeki iki katlı pembe eve doğru gidiyoruz ama maalesef tadilat nedeniyle kapalı. Etrafında şöyle bir dolaşıp Kavala'ya doğru tekerlekler dönüyor. Hava kapalı ve serin, yağmur ha yağdı ha yağacak. Hatta yolda bir ara damlalar düşmeye de başlıyor ama sonra hava açılıyor. 



Kavala'ya girdiğimizde ise artık güneş bile görünüyor bulutlar arasında. Bu sefer akşama kadar bol bol vaktimiz var. Önce sahilden, Kavalalı 



Mehmet Ali Paşa'nın evinin yanından yukarı, kaleye doğru çıkıyoruz. Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın evi ve İmaret, restore edilmiş ve bir bölümü otel olarak işletiliyor. Oda fiyatını sorma bahanesiyle resepsiyona giriyoruz. Tam da limana bakan cephesiyle hem tarihi hem de etkileyici güzellikte bir bina. İki kişilik oda  fiyatı gecelik üçyüz kusür Euro. Eski türk evleri ve dar sokaklardan kale'ye, oradan da aşağıya, Büyük Su kemerinin tarafından merkeze iniyoruz. 








25 Eylül 2012 Salı

HAFTA SONU YUNANYA

Ne zamandır istiyordum motorla Aygül'ü, daha önce defalarca gittiğim ve çok sevdiğim bu memlekete götürmek, ortak lezzetlerimizden tattırmak, Selanik'te "kordon boyu"nda turlayıp, Atatürk'ün evini gezdirmek, Kavala'da bademli un kurabiyesi ile tanıştırmak.

İşte sonunda fırsat oldu ve hazır vizelerimiz de hala geçerli iken, 14 Eylül akşamı düştük yollara. Köprüyü çabuk geçtik ama Yavuz ve artçısı ile buluşacağımız Mahmutbey gişelerine yaklaşınca trafik bizi bile bezdirdi.Zahmetli bir buluşmanın ardından ılık havada motorlar yenilenmiş yollarda koşmaya başladı. Tekirdağ'ın girişinde, daha önce Şeker Fabrikaları'nın kampı iken bir arkadaşımızın satın alarak, daha çok üniversite öğrencilerine yönelik bir yerleşim yeri yaptığı Şeker Kamp'ta kaldık. Akşam yemeği için gittiğimiz bahçeli satır etçi'de ince saz da olunca keyfimiz tamamlandı. Yavuz'a, çektiği fotoğraflar için teşekkürler.


Cumartesi sabahı Tekirdağ'da sahildeki kahvaltının ardından İpsala sınır kapısına ulaşmak fazla sürmüyor. Sınırdaki köprünün üzerinde çektirdiğimiz fotoğrafta bayraklar çıkmamış. Benzin takviyesi ve sınırın hemen 40 km. ötesindeki Alexandroupoli'de mola veriyoruz. Burası küçük bir şehir. Gençler ana caddedeki kafeleri doldurmuşlar. Sahildeki fenerin ilerisinde açık havada yediğimiz öğle yemeği çok lezzetli ve ucuz. Güneş ve sakin hava Selanik yolunda yandan gelen rüzgar ile çok geçmeden kapanıyor. Kavala yakınlarında ise damlalar düşmeye başlıyor. Baktık ıslanıyoruz, dönüşte uğramayı planladığımız Kavala'ya giriyoruz.  
Kafenin birine zor atıyoruz kendimizi. Sipariş edilen yunan kahvelerinin - ki bildiğimiz türk kahvesi - yanında bademli un kurabiyeleri keyfimizi yerine getirmeye çalışıyor. Yağmur geçince yeniden yola çıkıyoruz. Yaklaşık

30 Ekim 2011 Pazar

BABACAN

Babacan, Büyükada'da 3-4 yaşlarında bir erkek çocuğu. Pimapencinin üstünde oturuyorlarmış. Çarşının içinde de dedesinin dükkanı varmış, söylediklerine göre onu pezevenk diye çağırır severmiş. Dededen gelme bir enteresanlık var yani. Demircinin önünde elindeki küçük not defterine tükenmez kalemle bişeyler karalarken sakin durduğuna bakmayın, çarşıda arkası sepetli üç tekerlekli bisiklete tırmandığı gibi - ki boyu daha yetişmediği için gerçek anlamda tırmanıyor - pedallara sıra ile sarkarak sokağı bir o yana bir bu yana turluyor. Sokağın karşısındaki markete mal gelince kasaları taşıyormuş yardım olsun diye. Demirci Hüseyin Bey ile konuştuk, belediye sokağı temizliyor, ardından Babacan bir geliyor sokağı hallaç pamuğu gibi atıyor diyor. Ne olacaksın büyüyünce diyorum, "görmüyor musun" der gibi tükenmezle anlaşılmaz resimler yaptığı not defterini gösteriyor. Kocaman gözlerle bakıyor çektiğim fotoğrafına. Bir daha bisiklete bineceği zaman bizi de çağıracağına söz veriyor ve ayrılıyoruz.

16 Temmuz 2009 Perşembe

8.GÜN : BAYRAKLAR ARTIK KIRMIZI

Sabah erken kalmak gerekmiyor. Artık zamanı rahatça kullanabiliriz. Kahvaltımızı Kavala’nın içinde, limandaki cafelerden birinde yapıyoruz. Yunanistan’da bizden farklı olarak kahvaltı diye birşey yok. Bir fincan kahve içiyorlar kahvaltı niyetine belki bir de kruasan ya da küçük bir parça börek. Ama ben tarif ediyorum, greek salat’ın üstüne koydukları ve bizim beyaz peynire çok benzeyen feta cheese, dilimlenmiş domates, onların kahvaltıda yenmesine şaşkın gözlerle baktıkları zeytin ve çay. Çay demleme değil ama olsun, bir kaç saat sonra demlemesine de kavuşacağız.

Yine sıcak bir havada yapılan yolculukla önce Alexandrapoli’ye ardından da İpsala sınırına sorunsuz ulaşıyoruz. Gezi boyunca en çok beklediğimiz gümrük işlemleri maalesef bizim gümrüğümüzde oluyor. Dört ayrı yerden onay almak gerekiyor. Ama artık bayraklar kırmızı, yani memleketteyiz. Memlekette olduğumuz bozuk yollarımızdan da hemen anlaşılıyor. Herşeye rağmen içimizde, 8 günde 8 ülke geçtiğimiz yolculuğu tamamlıyor olmanın huzuru ve mutluluğu var. Hemen eve ulaşmak istiyoruz, anılarımızı ve fotoğraflarımızı paylaşmak için. Motorlarımızda ise yaklaşık 2.650 km.nin tozu toprağı var. Keşan kavşağıda verdiğimiz molada demleme çaylarımızı içerken, etrafımızdakilerle tekrar türkçe şakalaşmanın tadını çıkarıyoruz.

Eve vardığımda, zorlu yolculukta can yoldaşım olan motorumla sanki kucaklaşıyorum. Yağmur, sıcak, gece, gündüz, bozuk yol demeden, hiçbir sorun çıkarmadan, nereye sürdüysem götüren motorumla. Darısı sonraki maceralara.

7.GÜN : SELANİK, BİZİM MEMLEKET SAYILIR

Otelin Üsküp’e tepeden bakan üst katında yapılan kahvaltının ardından motor diyoruz. Bugün yolumuz fazla değil. Büyük bölümü otoban olan tenha yoldan güneye, doğru Selanik’e varmamız çok zaman almıyor. Burası artık bizim memleket sayılır. Yeme içme, insanlar herşey bizimkilere benziyor. Daha önce defalarca gelip gezdiğimiz için sadece öğlen yemeği için duruyoruz. Selanik’e her geldiğimizde mutlaka uğradığımız, hatta Selanik’e bazen sırf bu nedenle uğradığımız, Agora Meyhanesi’nde alıyoruz soluğu. Artık dostunuz olan garson Triandafilos bizi görünce çok mutlu oluyor. Sipariş almıyor, sadece et mi balık mı diye sorup birbirinden güzel mezelerle ve deniz ürünleri ile masayı donatıyor. Ouzolar şirketten, meyve ve kahvelerden sonra yola çıkmak lazım ama bir rehavet basıyor.

Biraz dinlendikten sonra yola koyuluyoruz. İstanbul’a mesafe yaklaşık 530 Km.ve daha saat 15.00. Hiç değilse Kavala’ya kadar yol alırsak, hem denize girer biraz kendimize geliriz, hem de yarın İstanbul’a kalan yolumuzu azaltmış oluruz. Öyle de yapıyoruz. Kavala’ya gelmeden kıyıda yazlıkların bulunduğu yerler tıklım tıklım dolu. Hafta sonu olmasının da etkisiyle sanırım, herkes kendisini yakın plajlara atmış. Zor bela bir oda buluyoruz. Temiz ve denize yakın.

Deniz çok temiz, kıyı boyunca balık restaurantları ve cafeler var. Denize giren ve güneşlenenlere de servis yapıyorlar. Kenarda, daha önce avlanmış ahtapotlar ipe dizilmiş güneşte kurumaya bırakılmış. Deniz bütün yorgunluğumuzu alıp götürüyor. Bir önceki gezide Budapeşte’den aldığımız bir örnek t-shirtlerle plajda fotoğraf çektiriyoruz. Gezideki son fotoğrafımız bu.

6.GÜN: KÜÇÜK BURSA ÜSKÜP






Tiran’a veda etmeden önce meydanda bir hatıra fotoğrafı çektirmeden olmazdı. Arkamıza Arnavutların milli kahramanı İskender Bey’in heykelini almayı ihmal etmedik. Şehirden çıkışımız GPS sayesinde kolay oldu. Önce deniz kıyısına Durres'e kadar düz ovada sürüş yapıp ardından bir yay çizerek Elbasan üzerinden dağlara tırmanmaya başladık. Yol üzerindeki benzincide kredi kartı geçmeyince, aşağı yukarı anlaşıp ödemeyi Euro olarak yaptık. Makedonya sınırına geldiğimizde öğlen olmuştu artık. Gümrükte tanıştığımız bir Türk öğretmen de sınıfındaki öğrencileri geziye götürmüş oradan dönüyormuş. Bizim Türk olduğumuzu görünce muhabbete başladı hemen. Birkaç yıldır orada görevliymiş. Etrafta çok sayıda türkçe konuşan olduğunu görünce, nasıl öğrendiklerini ve bu kadar güzel konuştuklarını hayretle sorduğunu anlatıyor. Köylülerse bu bizim ana dilimiz, sen nasıl öğrendiysen biz de öyle öğrendik deyince çok şaşırmış.

Sınırı geçer geçmez ilk durak Ohrid. Burası yaklaşık 750 m. yükseklikte bir gölün kıyısında küçük bir şehir. Gölün kıyısında plajlar var. Heryerde nehirler göle veya denize akar ya, burada tam tersi. Gölün suyu bir nehire akıyor. Bu nehir de şehrin içinden geçiyor. Nehrin kıyısında bu göle özgü, başka yerlerde hiç görmediğimiz kırmızı etli alabalıklardan yiyebileceğiniz çok sayıda lokanta var. En fiyakalı gezi caddesi de burası olsa gerek ki, gencinden yaşlısına, erkeğinden kadınına herkes burada güzel havanın tadını çıkarıyor.

Nehir kıyısındaki lokantalardan birisinde yenen bu ilginç balıktan sonra tekrar yollara düşüyoruz. Makedonya’da otobanda para ödemek işi de orjinal. Her 10-15 km.de bir yani her çıkış olan yerde bir gişe var. Siz otobandan çıkmayıp devam etseniz bile, her seferinde para ödüyorsunuz. Toplam 100 km.de 4 kere para ödedik yanlış hatırlamıyorsam.

Üsküp’e geldiğimizde bizi hiç de hayal etmediğim bir şekilde, hantal ve büyük binalarıyla klasik bir doğu bloku şehri karşılıyor. Hemen otel araştırmasına giriyoruz. Yol üzerinde sorduğumuz birisinin tarifi ile, nehrin hemen diğer tarafında, eski şehir ve kale’nin yanında bulunan ve bir Türk tarafından işletildiğini öğrendiğimiz bir Otel’e yerleşiyoruz.

Kısa bir dinlenmenin ardından, eski Üsküp’ün daracık sokaklarına ve çarşısına dalıyoruz. İşte burası tam da hayal ettiğim yer. Sanki küçük Bursa. Camiler, Osmanlı’dan kalma hamamlar, hanlar, esnaf lokantaları, köfteciler, kuyumcular... Neredeyse Türkiye’deyiz. Köftecide atıştırdıktan ve nehir kıyısında biraz piyasa yaptıktan sonra Otel’e dönüyoruz. Zira akşam milli takımın Hırvatistan ile maçı var. Otelde Türk kanalları mevcut olduğu için maçı burada seyredeceğiz. Maçın heyecanı tüm dünyaya bu takım son dakikaların takımı dedirtiyor. Şibenik’de pansiyonunda kaldığımız hırvat dostumuza keyifle mesaj atıyorum. “İyi oynayan kazandı”.